Tüm Canlılara Sevgi ve Saygı Duy!
Bu prensip, bazı kaynaklarda; “Ana / babanı, öğretmenlerini ve yaşlıları onurlandır” şeklinde yer alsa da; bazı kaynaklarda buradaki biçimde yer almaktadır. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkar fakat; bu prensibi, daha bütünsel ve geniş bir bakış açısını yansıttığını düşündüğümden 2. şekilde ele almayı tercih ediyor, diğer versiyonun önemine de kısaca değinmek istiyorum: Ana / baba, özellikle de annemiz bizim ilk ilişki kurduğumuz, bir nevi bizi çapalayan insandır. Bizim tüm sonraki ilişkilerimiz ve bunların çeşitlenmesi annemizle olan o çok özel ilişkimizin bir devamıdır. Anne tüm ilişkilerin arketipi ve onunla olan ilişkimiz en temel yansıtıcılardan ve şifa alanlarından biridir. Bu nedenle ebeveynlerimizle ilişkilerimiz ve “içimizdeki çocuk” şifalanmadan, diğer alanların şifalanması ve bütünlenmesi pek mümkün değildir. Öğretmen ve rehberlerle ilişkimiz; bizim öğrenme ve öğretmeye nasıl baktığımız, nasıl bir öğrenci ya da öğretmen olduğumuzu yansıtan alanlardan biridir. En geniş perspektiften varoluş ve tüm yaşam bizim rehberimiz ve rehberliğimizdir. Yaşlılar ise; otorite figürlerini, sistemi, kitleleri, gelenek, görenek, atasal miras, soy, kökler, insanlık tarihi ve onlarla ilişkilerimizi sembolize ederler. Dolayısıyla bunlar üzerindeki olumsuz projeksiyonlarımızı çekerek birleşmeyi sağlamak, onların rehberliğini alabilmek, onlara saygı duyabilmek oldukça geniş ve uzun soluklu bir şifa sürecidir.
“Tüm canlılara sevgi ve saygı duy”; birlik bütünlük anlayışını yükselten, tüm prensiplerin özünü, tüm yüksek öğretilerin ve bilincin temelini tek bir kaynakta toplayabilen çok boyutlu bir açılımdır. Bu madde; takdir, affetmek, koşulsuz sevgi, biliş, teslimiyet gibi tüm dersleri çözen, örtüleri kaldıran bir yol haritası olarak öze ulaşır. Tüm deneyimler ve yollar, her varlığın sevgi ve özgürlüğe sonsuz biçimlerdeki araçlarla yakınlaşması ve bunun özleminden ibarettir. Kaynaktan gelen doğal yeteneğimiz ve aşkın varlığımız olan hakiki sevgi ve saygı; dualitenin bin bir türlü koşulu altında çizilmiş sınırlarla değil, koşulsuz ve sınırsız olarak tüm varolanı kapsar; çünkü yaratan her zerrede tezahür ve tekamül eder, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek de, kendini bilenin Rabbini bilmesi de, O’nun, bizim iyi / kötü olarak etiketlediklerimizi aynı biçim ve derecede sevebilmesi de bundandır. Ancak gerçekten kendini bilen, seven ve sayan biri, ötekileri bilir ve onlara da hakiki bir sevgi ve saygı duyabilir. Böylesine mucize bir savaşçının herhangi bir şeye zararı dokunması da mümkün değildir, o ancak fayda sağlayabilir. Kaçtığımız, göz ardı edip, yaşam hakkı tanımadığımız, küçük görüp ayırdığımız hiç bir yarıyı anlamamız, sevmemiz ya da bu yolla acı çekmememiz mümkün değildir. Çünkü; hiç bir şey geride bırakılamaz, ayrılamaz. Öteki yoktur, hiç olmamış ve hiç olmayacaktır, öteki ancak bizim aynadaki görüntümüzdür. Ne zaman ki bu yaşanır, o zaman varlığın parçaları toplanır, işte ancak o zaman tüm mücadeleler, yargılar, acılar, hastalıklar, aynalar bırakılabilir. Bu aynı zamanda tüm dünyanın üzerinde çalıştığı ortak temel ders olup içinde olduğumuz dönüşüm zamanlarında da hızlanmış, yoğunlaşmış, katmerlenmiş biçimde karşımızda tüm heybetiyle durmaktadır.
Gelişim; perdeler, aynalar, bariyerler olmadan mümkün değildir. Bizi çevreleyip, kısıtlayan, işimizi zorlaştıran, ekolar yaratan roller, hedefler, tutum ve inançlardan oluşan oldukça zorlu parçalanmışlıklar içinde her şeye rağmen yol almak… Sırf bu çetin ve muazzam yolun seçimi yüzünden bile her zerre sevgi, saygı ve onurlandırılmayı hak eder. Gördüğümüz düzlemden olduğumuz düzleme çıktığımızda ayrılık yoktur; her canlıyı koşulsuz sevip saymayı, çünkü hepsinin ne kadar farklı görünürse görünsün, bütüne kendince hizmet eden ve onu yaratan eşsiz parçalar olduğunu, biri olmadan ötekinin de olamayacağını biliriz. Bizler kendimizi ve çevremizi belli bir biçim ve içerik olarak gören, biçimsiz ve sonsuz varlıklarız. Bu biliş genellikle anlık bir sıçramadır. Anlıktır, çünkü insan bunu çok uzun bir süre ya da her alanda taşıyamaz. Bilmek ve olmak aynı şey değildir. Biliş, desteklenerek yaşam alanlarına hakimiyet kurduğundaysa artık taşınabilir ve ışır halde OL’ur. Bu aslında ulaşılacak bir nokta gibi görünse de, paradoksal olarak biz zaten hep oradayız, o nedenle seçtiğimiz her an onu yaşamaya da hazırız.
Sevgi ve saygı da her şey gibi gelişime tabidir; beşer, “ben” kabul ettiklerinin dışındaki türlere, inanç, davranış ve rollere saygı ve sevgi gösteremezken, insan düşe kalka bu yolda adımlar atmaya başlar, kamil insan ise tam kabulle tüm karanlığı taşıyıp yine de aydınlatabilecek olandır, onun için de her şey mevcuttur; o bir yaz bulutu ya da bir yağmur bulutu değil; gökyüzüdür. O, hiçlik içindeki hepliktir. O, ezen de olmuştur, ezilen de ve tüm bunları birbiri içinde eritip hepsinin bir bütün olduğunu deneyimleyip dönüşerek oyunda öteye geçmiştir. Peki biz bu maddenin neresindeyiz? Durduğumuz yerden hoşnutken ilerleme ya da farkındalık çabası taşıyor muyuz? Kendimizden ve öteki yarılarımızdan sevgimizi ne kadar esirgiyoruz? Tüm dünyanın saygı duyduğu bir lideri sevebiliriz, peki ya tüm dünyanın nefret ettiği bir lidere sevgi gönderebilecek bir neden bulabilir miyiz? Belki bize zararı dokunduğunu düşündüğümüz bir arkadaşımızı affedebiliriz, peki ya bir tecavüzcüyü, bir katili ya da canımıza okumuş birini? Köpeğimizi, kedimizi, uğur böceklerimizi, çiçeklerimizi sevebiliriz, peki ya bizi sokan, tiksindiren, korkutan, zararlı bir canlıyı öldürmeden, elimize batan bir dikene kızmadan durabilir miyiz? İhtiyaçlarımızı karşılamakla yükümlendirdiğimiz bir tavuğu, bir danayı, bir kuzuyu, bir balığı, bir ağacı, bir “bineği” ya da bir postun, bir objenin, bir dokunun sahibini en azından onurlandırabilir miyiz, onun anlam ve değerini takdir edebilir miyiz? Şeytanlarımızın gözünün içine bakıp, gördüğümüzle mutlu olabilir miyiz?
Öte yandan; bir şeyi sevmek, saymak, kabul etmek, onurlandırıp, rehberliğini almak demek; illa ki onu seçmek, o yönelimde olmak, kendi gerçekliğini reddetmek demek değildir. Bugün pek çok iyi niyetli barış hareketi, paradigma aynı kaldığından başarısızlığa uğruyor. Paradigma; ötekileştirme, kucaklayamama, affedememe, nefret, intikam, öfke, takdir edememe olarak kaldığında barış hareketi, savaşan egonun muntazamlaşmış bir halidir, perdeleme kusursuzdur! Bizim onaylamadıklarımız da en az onayladıklarımız kadar burada var, ve varlarsa onlar da en az onayladıklarımız kadar geçerli, uygun, sonsuzca, yargısızca en az bizim ya da bizim savunduklarımız kadar bir nedenle buradalar. Sevgi görmeyen her şey sevilmek için varlığını negatif yönde biler, güçlenir ve direnç gösterir. Şiddetle savunulan her şey bir tehlikeye odaklanır ve onu büyütür. Oysaki, bütünün tüm parçaları amaca hizmet eder, rollerini hakkıyla oynar, aynalık ederler, sırf bu yüzden bile savaştıklarımıza teşekkür borçluyuz. Onlarla yollarımız birleşmese de hepimizin tüm yollarının O’dan ve O’na doğru olduğunu takdir etmeliyiz. Böyle olmadığında onarılmak üzere yargı ve eziyet ortaya çıkar. Negatif ya da karanlık gördüklerimizi değiştirmenin tek yolu vardır, o da kendimizi dönüştürmek ve karanlığa mümkün olduğunca ışık göndermektir. Çünkü tüm kabul görmeyenler, varlığın kendini onaylamaması, korku, güvensizlik, eksiklik, öfkeyi yansıtmasıdır ve tüm bunlar tek bir anda, her koşulda, tek bir yürekle dönüşebilirler. İşte bu şekilde varlık kendine yardım ederken bütünün hayrına da çalışır. Koşulsuzluğun anlamı kadercilik, güçsüzlük, rıza gösterme değildir; aksine bütüncül bir perspektifle anın gerektirdiğini kavrama, bu muazzam güçle hareket etme ve en derinde aslen ne olup bittiğini bilme ve buna rağmen eylemde bulunabilmedir ki bu; egonun yarattığı çatışmalara kapılıp gitmekten çok daha büyük bir çaba gerektirir, tabii ki bundan doğan bir eylemin niteliği de bambaşka olacaktır. O nedenledir ki çoğunlukla en zor ve tedrici olarak anlaşılır ve geri durulur. Bunların ötesinde bizim üzerimize düşen beklentisiz vermektir, alıp alamamak diğer tarafın seçimi ve sorumluluğudur, bu yardım istemeyen birine yardım etmeye çalışmakla da karıştırılmamalıdır. Yardım önerilir -iyi niyetle olduğu düşünülse bile- yardımı dayatmak, ona zorlamak, ona mecbur bırakmak denge bozucu ve döngü yaratıcı bir ego veçhesidir.
Daha geniş bir açıdan “tüm canlılar” daki “canlı”; “can taşıyan” demektir. Can taşıyan olmak demek; sadece fiziksel, biyolojik -sınırlı kaynaklarla ölçebildiğimiz türden- bazı emarelere sahip olmak demek değil, O’ndan olmak, yani yaratanın tezahürü, tohumu, ruhu ve enerjisine sahip olmak demektir. Böylelikle; her şey vardır, o sizin bakışınızdadır, canlıdır ve her şey etkiler / etkilenir. Bu nedenle, ayağımızla ittiğimiz taşlar, buruşturup yere attığımız kıyafetler, özensiz kullandığımız aletler gibi cansız atfettiğimiz tüm nesneler de sevgi ve saygıyı hak ederler. Tıpkı tüm yaşanmışlıkların, olay, durum, inanç, düşünce, eylem, zaman, yer ve kişilerin hak ettiği gibi… Bir toz tanesi bizden daha değersiz, ya da anlamsız değildir. Onun kendi yolu vardır ve bu yol beş duyumuz, sınırlı zihnimiz ve boyutumuzla algılayamayacağımız şekilde bizimkine sıkı sıkıya bağlıdır. Sessizce, sevgiyle, yeterli süre dinlerseniz o bağı algılarsınız. Bize sevgisiz, saygısız davrananlara zulmedilmedikçe, anlayış ve sabırla sevgi ve saygı göstermek onlarla hayatlarımızı bütünleştirmemizi, bunu onlara duyurmamızı gerektirmez. İçsel biliş enerjidir ve odaklandığı her şeyi ona sahip olandan başlayarak etkiler ve dönüştürür. Önemli olan; buradaki niyetin sadece sevgi vermek olması, diğerini değiştirmek istemek, yücelmek istemek vs. gibi bir gizli güdü, koşulluluk barındırmıyor olmasına, bu yapılırken kendi gerçekliğimizi de ezip geçmemeye dikkat edilmesidir.
Var olan her şey, iki seçime tabidir ve bu sadece ve sadece bizim sorumluluğumuzdadır. Sevgi her şeyi açar, ışıtır ve genişletir. Korku her şeyi büzer, karartır ve kapatır ve tekrarlanan seçimlerin sonuçları mutlaka pek çok seviyede belirir. Seçtiğiniz merceğin genişliği ve niteliğine göre sevebilir ve saygı gösterebilirsiniz. Sınırlar genişletilebilir, varlık aşama aşama uyanır ve sınırsız bir bütünlüğe soyunur. Tüm negatifler gibi; inançsızlık, umutsuzluk ve şüphe de sevginin belli bir derece yokluğuyla mümkündür. Biz tüm hayır ve şer dediklerimizle sınırsızca, koşulsuzca seviliyoruz, tüm inanmadıklarımız tarafından şüphesiz bir inanç duyuluyoruz. Bunları hissedemiyorsak kapıları kapatmamızdandır. Oysa ki; kapıyı göremeyen, çalınmasına niyet eden, onu oraya koyan, açan ya da açmayan, seven ve sevilen, nefret eden ve edilen; hep tek bir bütün olan aynı varlıktır. Peki ne için? Sadece sevmeyi ve ne olduğumuzu öğrenebilmemiz için.
Ahu Birlik
.
.